2025:Eski Ben Buraya Kadar

 


Saat 14:39-Tarih 4 Ağustos

Yemedim daha.

Çarşıdaki birkaç işimi hızlıca hallederkenki kafa karışıklığım bilindik yolları bile karıştırmama neden olsa da, taze bir kahve alıp soluğu deniz kıyısında aldım.

Arabayı bir ağacın gölgesine çektim, etrafta kimsecikler yoktu.

Denizin içerdiği yosunlar sebebiyle pek tercih edilmeyen bir kıyıdır burası. Dolayısıyla yaz aylarında bile kimseler olmaz buralarda; ne güzel.

Hava sıcaktı. Üzerimde siyah bol paça pantolonum, uzun beyaz gömleğim, Japon stili kemerim, siyah şalım, spor ayakkabılarım vardı; bir de kahvem.

Ayakkabılarımı, gömleğimi, kahve ve pet su şişemi başka bir ağacın gölgesinde bırakarak paçaları sıvadım.

En sevdiğim müziği açarak kulaklığı taktım.

Müzik buydu.

Yürüdüm… Denizin kenarında, ayaklarımı maviye çok az bulaştırarak, yosunlara yaklaşmayarak…
Nefesim vardı, gökyüzü vardı. Arada bir su yüzeyine çıkan balıkların sıçrama sesi, martıların hızlıca gagalarını daldırarak suyla öpüşmeleri vardı.
Yaşanmışlık vardı. İçimde yıkılan bazı kulelerin sonrasını izleyişim vardı. Aylarca girip çıktığım ızdıraplı girdapların silüetleri vardı. Ben vardım bütün bunların ortasında. Yine gökyüzü vardı.

Ve bir kadın olarak sanki dıştan, sanki uzaktan kendimi görür gibiydim. Yürüyordu bu kadın… O kadın oradaydı. Elli yedi kilo civarında, şalını rasgele ense kökünde bağlamış, paçalarını sıvamış, siyahlarıyla yürüyen bir kadın vardı.

İçindekiler görünmüyordu. Cepheleri azalmıştı. Birçok şeyi içinde, hep içinde; kalabalıklar içindeyken de tek tek sıfırlamış, bugüne hazırlamıştı sanki. Hâli halliceydi, kendiceydi. Çocukluğunun kız çocuğuyla el ele yürüyordu sanki.
Sıfır suçlama, kendini sıfır oranda demoralize edecek düşüncelerden tamamen arınmış bir kadın vardı o kıyıda. Bendim o kadın. Ve çocukluğumdaki o zayıf, çok kez şiddet görmüş, duruluğunu ve pürüzlülüğünü hiçbir şekilde dışa vurma yolunu bulamamış olan küçük ben vardım orada.

Ve bugün… Ve o an… Ve o gökyüzü altında, o mavinin kıyısında; arada bir suyla öpüşen martılar ve sıçrayan balıkların karşısında…
Benden habersiz olsalar da, bir bütün hâlinde içimdeki yaşanmışlıkların arasında ızdırapsız bir şekilde yürümenin hafifliğini damla damla… damla damla… damla damla yudumluyordum.

Yazacak milyarlarca hâl var. Ruh hâllerini kelimelere giydirmek belki de bu dünyadaki en zor iş. Ama bu anlamda sanatı icra edenlere şahidiz. Ben şu anda işin bu tarafına pek takılmıyorum.

Aldım elime kazmayı ve sağlam vurdum. Başka bir zaman diliminde ifade etmek mümkün olacak mı bilemiyorum. Belki de şimdi yazılmalı sıcağı sıcağına. Bilemediğim için kendime yüklenecek değilim. Hiçbir konuda kendime yüklenecek değilim artık.

Cephelerim çoktu. Savaşlarım şimdi sessizleşti. Kıyıda ben ve çocukluğumun Duru kızı yürüyordu yanımda.

Hayat bu işte, Duru kızım… Sana söylemek istediğim çok cümle biriktiği aşikâr değil mi?

Her çocuk, içindeki bıçakların darbesini cümleler ve kelimelerle bile affetmeye razıdır, bilirim…
Güzelsin Duru kızım. Pürüzlerinle güzel, inişlerinle çıkışlarınla güzel… Hatta atarlı, asi, mükemmel güzellik standartlarıyla pek uyumlu olmayan ama “sen” olan o tatlı burnunla bile güzelsin.

Duru kızım… Arkandakiler kollarının altından geçen rüzgâr gibi şimdi… Seni ileriye götürmek için onları yumuşak, zarif bir güce dönüştürdün.

Kalbimin Duru kızı, şimdinin okyanus kadınına dönüştü.

Derinliğinle ve her bir darbenle, dünyanın ve toplumun gözündeki imajını dert etmeden kararlar verir oldun.

Çok şeyin bedeli ağır görünse de, Allah’ın katındaki hesabı ve O’nun hesaplama şeklini bilmediğim için sana:
“Rabbine dön, Rabbinle ol, Rabbinle yürünsün bu yol” diye ümitler içindeyim.

Çok büyük savaşlardan çıktın. Neredeyse her durumla ilgili birikimin, yani cephanen var artık.

Savunmasız değilsin. Yaralarının Allah’ın merhametiyle sarıldığına defalarca şahit oldun artık.

Sen, eski sen değilsin artık.

Eski sen,buraya kadar.

Buraya kadar Duru kızım.

Nokta.





0 Comments